Gerçekten ama gerçekten yorucu bir gün olmuştu. Hayatında hiç bu kadar çok çalıştığını hatırlamıyordu. Basit ve ilgi çekmeyen görüntüsüyle Londra'nın merkezindeki Bakanlık girişinden sıcak ve büyük, onu bir ev gibi karşılayacağını umduğu ofisine geldiğinde gördüğü ahşap renkli kağıttan tepecikler bütün hevesini kaçırmış, yapılacak onca iş gözünü korkutmuştu. Önce bir bardak kahveyle başlamıştı. Sonra solmaya yüz tutmuş eski mi eski parşömen tomarlarını ülkelere ve önem sırasına göre ayırmış, incelemiş, rapor ve tutanaklar tutmuş sonra da bütün belgeleri klasörleyip gerekli merciilere yollamıştı. Bütün bunlar bir yana durum zaten yeterince karışıktı. Sihir toplumu iki yöne doğru dağılmaya başlamıştı. Kaybolmalar ve ölümler gittikçe artıyor, insanlar dengesiz davranıyorlardı. Ve ölüm etkisini herkesten, her şeyden çok daha fazla baskın hissettiriyordu. Öyle ki sanki her an göğsünüzün tam ortasına yeşil bir ışın saplanabilir, yere düşüp ebedi hayata gözlerinizi açabilirdiniz. Öyle ki her an düşüncelerinizi kaybedip, kötü niyetli iğrenç kişilerin kuklası haline düşebilir, sevdiklerinizi büyük bir tehlikeye sokabilirdiniz. Bakanlık ise ayrı bir dertti zaten. Sihir Bakanı delirmiş gibiydi. Ama Cecilia ona da hak veriyordu. Bütün bu karmaşa insanı kendi gölgesinden bile korkutmaya yetiyordu. Önlemler o kadar sıkıydı ki, nasıl oluyor da insanlara kötü bir şeyler oluyor, hiç kimse açıklayamıyordu. Değil bir büyücü, bir baykuş bile elini kolunu sallaya sallaya dolaşamıyordu artık. Bütün postalar ve gönderilecek eşyalar ikişer, üçer kez gözden geçiriliyor, acaba gizli bir şifreye mi sahip diye defalarca kontrol ediliyordu. Hiç kimse rahat değildi. Diken üstündelerdi ve kime güveneceklerini bilmiyorlardı.
Böyle bir sancılı gün daha geçirmiş olmanın verdiği zayıflatıcı ve güç kaybettirici manevi sisten sonra dünyanın en güçlü insanı bile bir an önce işten çıkıp kendisini kaldığı küçük küflü odadaki rahatsız yatağın üstüne atmayı iple çekerdi. Cecilia'nın da en çok istediği buydu. Cisimlenirken bile büyük bir enerji sarf etmesi gerekti. Muggle'lara görünemeyen bu küçük bar zaten hiç dikkat çekmiyordu. *Muggle olsam bile bu köhne yere bakmaya tenezzül etmem diye düşündü* Cecilia. Sonra topuklu ayakkabılarının çıkardığı tok ve yere bastıüğı duygusunu tatmin edici şekilde ileten seslerle küçük meyhanenin kapısını araladı. Barmene bir selam verip hemen üst kata çıktı. Durum o kadar feciydi ki, korkuluklar bile düşecek gibiydiler. Ama neyse ki artık gelmişti. Yanında taşımaktan hoşlanmadığı çantasından anahtarlarını çıkarıp katır kutur seslerle kapıyı açtı. Anahtarı alıp kappıyı kilitledi ve çantasını pörsümüş koltuğun üzerine atıp üstünü değiştirmek için dolaba dğru yöneldi. Ve onu gördü. yüzü ölümden farksızdı. Muzip bir gülümsemeyle aydınlanıyordu. Bazılarına bu çekici gelebilirdi ama Cecilia biliyordu ki bu sadece iğrenç bir kamuflajdı.
Lanet olsun!
Birkaç dakika önce bu oda için sıcak ve kucaklayıcı denebilirdi. Hatta son birkaç günde burası Cecilia'ya izbe bir handan çok bir evi anımsatıyordu. Hiç sahip olamadığı evini... Oysa şimdi oda o kadar küçük ve soğuk görünüyordu ki! Nasıl da anlayamamıştı? Nasıl da yenik düşmüştü? Kim bilir ne zamandan beri takip ediliyor, attığı her adım izleniyordu. Çok şey bildiğini sanmıştı fakat artık bunların hibçir önemi yoktu. Bu sondu artık. Kaçınılmaz olan, istediğini almak için gelmişti. Ne bir kaçış, ne de bir savunma yarar ederdi. Sadece bir kurtuluş yolu vardı. İhanet. fakat bu ölümden de kötüydü. Boudlaireların hepsi Yoldaşlık uğruna canlarını vermişlerdi. Annesi bir savaşta ölmüştü, babası ise bir çatışmada. İşte bu yüzden Yoldaşlık'a geçerek onların kendisiyle gurur duymasını sağlamak istemişti. Hıncı, öfkesi, nefreti ve intikam arzusu onu buraya kadar getirmişti. Ama Cecilia bitmemişti, yol bitmişti. Sanki uzun bir koşu gibiydi ama henüz bitiş çizgisi gelmeden yol bitmişti. Gidecek, kaçacak hiçbir yer yoktu. Böyle ölmek ne kadar da onurluydu. Kutsal değerleri korurken kendini feda etmek ne kadar da zarif... Herkesin isteyeceği bir ölümdü bu. Ölümdü, çünkü sağ çıkamayacağını biliyordu. Ona istediğini verse ble kurtulamayacaktı. Zaten buna kurtulmak denemezdi. Olsa olsa ruhsuz bir hayat sürmek denirdi. Ruh Emici öpücüğü gibi...
Merhaba
O deniz mavisi gözlerdeki bütün duyguları sayabilirdi. Heyecan, başarıya ulaşma yolundaki özlem, mutluluk ve biraz da merak. Dudakları ise ince birer çizgi halini almadan önce yukarı doğru bükülkdü. Sonra da ölümcül bir doğru halinde eski haline döndü. Bunları sayabildiğine göre hala yaşıyordu. Bu da bir şeydi.
Yerinde olsam kaçmayı denemezdim.
Kaçmak mı? Kaçamayacağını elbette biliyordu. Ayakları tek bir milim bile oynasa anında yeşil bir ışık huzmesi ona doğru fışkıracak ve göreceği son şey büyük ihtimalle bu olacaktı. Ama cevap vermedi. Korktuğunu belli edip ona bu zaferi tattırmak istemiyordu. Sonuna kadar direnecekti. Basit ve savaşmadan ölmek iğrenç olurdu. Kanının son damlasına kadar mücadele edecekti. Kaçış ve kurtuluş yoktu ama gururu ve onuru hala sapasağlamdı.
İhtiyar Patrick'in nerede olduğunu biliyorsun.
Bu bir soru değildi. Apaçık bir beyandı. Cecilia elbette Patrick'in nerede olduğunu biliyordu. Ama o keskin mavi gözler, gözlerinin hemen içinde gibi baktığı için bunu aklından geçirmedi. Bütün gücünü topladı. Ağırlığını sağ ayağına verdi. Başını iyice kaldırıp o tiksinti verici yüz ifadesine bakmaya zorladı kendini. Göreceği son yüzün bu olmamasını diledi sadece. Onu kurtarsınlar istedi. Fakat hayatında olmadığı kadar yalnızdı şimdi. Önünde duran, ince uzun kömür karası cüppesinden başka bir şey giymeyen beyaz tenli adam bunun kanıtıydı.
Sana söylemektense ölmeyi tercih ederim. İki türlü de kurtuluşum olmayacak nasıl olsa.
Şiddet. Büyük bir öfke ve şiddet ruhunun bütün çakralarının etrafında nöbet tutarcasına gidip geliyordu. Aklı birçok duyguyu aynı anda yaşarken bedeni olduğu yerde sabitlenmişti adeta. Yıkık dökük ahşap renkli duvarın önünde dikiliyor, birkaç dakika sonra gelecek sonunu düşünüyordu. Konuşmadan sonra bu kadar huzurlu bir şekilde veda edemeyeceğini anlamıştı hayata. Bedeni bu karanlık gözlere büyük acılar görecek, zarar verilecek ve kirletilecek bir kukla misali bir dikili taş gibi görünüyordu elbette. O acımasız lordun karşısında duran Cecilia kırılgan ve hassas bir papatya gibiydi. Ömrü de bir çiçek kadar kısa, bir çiçek kadar hasara karşı dayanıksızdı. O zalim dudakların arasından dökülecek bir kaç pes sözcük onu sonsuz acıya mahkum da edebilir, azad da edebilirdi. Fakat merhamete ihtiyacı yoktu artık. Sanki annesi ve babası hala yaşıyorlardı. Fakat onların sıcaklıklarını kalbinde hissediyordu. Bu da ona dayanma ve saksıyı çalıştırma gücünü veren, tutunulacak en güçlü daldı. Şimdi anlıyordu artık. Hiçbir şey boşuna değildi. Boşuna ölmeyecekti o. Sadece Yoldaşlık'ı korurken değil aynı zamanda kendi saygısını da korurken ölecekti. Bazı geri kafalılar ölümün her durumda ölüm olduğunu söyleyebilirdi. Ama aradaki farkı görüyordu o. Sanki gözlerinin önünde bir kibrit çakılmıştı. Öylesine güzel bir duyguydu ki bu. Yıllardır önem verdiği ve övündüğü tek şey olan zekası bu durumda bile, böyle bir durumda bile hala onunlaydı. Belki çekeceği acılar onu kaybetmesini sağlayacaklardı ya da artık kullanılamaz hale getireceklerdi onu. Fakat ruhu el değmemiş ve ilk günkü gibi saf, temiz ve boyun eğmez bir incelikle nihayet bulup huzura kavuşacaktı.
İnsanın ellerinin titremesine neden olacak şekilde yaratılmış o mavi gözler Cecilia'nın yosun yeşili gözleriyle buluştu. Onlardan yayılan soğukluk şiddet vericiydi fakat asla korkutucu olamazdı. Artık korkmuyordu zaten. Kabullenmişti. Ölüm er ya da geç gelecekti. Şimdiki sorun şu andı. Yapması gereken her şeyi yapmalı gelmiş geçmiş en karanlık büyücüyü kandırmanın bir yolunu bulmalıydı. Ama kendisini bile inandıramadı. Evet, bir kez daha aynı noktaya ulaşmıştı. Hiçbir kaçış yoktu. Ama her zaman bir savunma vardı.
Kara Lord uzun birkaç adım attı. Yatağın kenarına oturdu. Alnında derin düşüncelere daldığını gösteren birkaç küçük çizgi vardı. Onlar da bir iki saniye sonra kayboldu. Sonra yatağa yatıp ellerini kenetledi ve başının altına koydu. Siyah saçlarına vuran ışık dans etmekteydi. Kederli bir çekiciliği vardı fakat sadece kendi pis Ölüm yiyenleri için. Cecilia böyle bir güzelliğin başkasına verilmemesine isyan ediyordu. Böyle bir güzellik böyle bir kötülükle birleşmişti. Ne yazık... Ne büyük bir ziyan...
Biliyor musun, burada sandığından daha uzun süre kalabilirim...
Ses o kadar tanıdık ve normaldi ki. Dışardan duyan biri sanki Cecilia onu davet etmiş fakat o biraz patavatsızlık yapan bir misafir konumuna düşmüş sanabilirlerdi. Ama o anlıyordu. Cümleyi oluşturan her bir sözcükteki ölümün yansıması çok net ve kesindi. Tehlikeliydi ve bu ses tonu tehlikenin arttığını, sabırsızlanmaya başlayacağını gösteriyordu. Sonra o aşinası olunan ölümcül ses devam etti.
...sen düşüncelerini kontrol edemeyecek hale gelinceye kadar.
Cecilia kendini tutamadı ve küçük bir tebessüm güzel yanaklarının diplerinde belirdi. Gerçekten komikti. Aklından geçenler tam da bunlardı. Ölümün sesi onları kelimlere dökmüştü sadece. Ve o sinirlenmeye başlıyordu.
Ne. Pahasına. Olursa. Olsun...
Birkaç adım attı ve döşemesi yırtılmaya başlamış neredeyse iskeleti belli olan küçük koltuğa oturdu. Burada rahat olan tek kişi o değildi. Madem bunu bir sohbet şeklinde yapmak istiyordu, Cecilia da öyleyapardı o zaman. Belki de onu daha çok kızdırırsa başını eğmeden ve rezil olmadan, her şeyin daha çabuk bitebileceğini umuyordu.
İstediğini alamayacaksın. Ne yapmayı düşünüyorsun?
Zelim yüz birden donuklaştı. Ceci'nin verdiği tepki onu şaşırttı. Böyle bir şeyle karşılaşmayı beklemiyordu. Ceci'nin kararlılığı ve dik başlılığı onun kabullendiği bir gerçekti ama sanki onun bir dostuymuş gibi konuşmaya cüret etmesi, sesinin bu kadar sakin çıkması henüz tahmin etmediği bir şeydi.
Derin düşüncelere daldığı için farkında olmadan döşemenin hücrelerini incelemeye başlamıştı. Nasıl da ağaç kabuğu renginde olduğunun, ya da aralarında birbiri ardına dolaşan grup grup tahtakurularının... Mutlak sona yaklaştıkça içini bir heyecan kaplıyordu. Heyecan ve merak öyle güçlüydü ki sanki bedeni bu duygular için zayıftı. O kadar fazlaydılar ki sanki bedeni bu duygular için küçüktü. İlk defa ölümle yüzleşecekti. Kolay değildi hani. Karşınızdaki insan birçok masum kadın ve çocuğu hiç acımadan katletmiş, Muggleları öldürüp sırf zevk için, hiçbir şekilde ihtiyacı olmadığı halde katletmişti. Cecilia da onlardan biri olacaktı. Tek farkı onun ardından üzülecek kimsenin olmamasıydı. Yalnızdı. Buna alışıktı. Bunu seviyordu da zaten. Her akşam bu köhne hana gelmeyi değil, yalnız olmayı seviyordu. Kimsenin ona karışmamasını, programlarını birine göre ayarlamamayı seviyordu. İzin günlerinde istediğini yapabiliyordu. Anında Cisimlenip Yorkshire'da memleketinin yatıştırıcı havasında baykuşlar arasında ailesinden kalan tek mülkte birkaç gün kalabiliyordu. Bakması gereken bir çocuğu veya izin alması gereken bir eşi olmaksızın istediği zaman istediği şeyi yapabilirdi. Bu özgürlük o kadar güzeldi ki, ölmeden önce onu yaşayabildiği için kendisini çok şanslı hissediyordu. Zarif tırnaklarını yavaşça koltuğun kolundaki döşemeye sürttü. Çıkan küçük ses kaşıma sesi gibiydi. Bir tik gibiydi bu. İstem dışı bir hareket. Eli ne zaman boşta kalsa hep aynısını yapardı. Avuçlarının boş olmadığını, parmaklarının bir şeyle uğraştığını bilmek insana ister istemez ben-çok-gereksiz-bir-insanım hissinden uzaklaşma fısatı veriyordu. Çıkan ses Karanlık Lord'un da dikkatini çekmiş gibiydi. Yüzünde çarpık ve etkileyici bir gülümsemeyle başını ona çevirdi. Gözleri yeniden buluştu. Karanlıklarla dontılmış zalim beden yerinden kalkıp aralarındaki mesafeyi mide bulandırıcı bir kibarlık gösterisiyle kapatıp Ceci'nin tam önünde durdu. Dudakları yine muzip bir gülümsemeyle aralanıp yukarı doğru kıvrıldı. Ceci'nin omuzlarından aşağı doğru kayarcasına inen koyu renkli saçlarından bir tutam alıp zayıf ve ölmüş parmaklarının arasında gezdirdi.
Ne yapmayı düşünüyorum...? İnan bana bu konuda senden fazlasını bilmiyorum. Belki de sadece bekleyip görmeliyiz, ne dersin?
Cecila başını kaldırmaya fırsat bulamadan müthiş bir sarsıntıyla koltuktan yere fırladı. Başı öylesine dönüyordu ki oda bulanıklaşmıştı. Midesi bulanmaya yanağı karıncalanmaya başlamıştı. Dolgun kırmızı dudağında ise bu beklenmedik tokadın bir gölgesini hissediyordu. Koyu kırmızı, şarap rengi kıvamlı bir sıvı çenesine yaklaşmak üzereydi. Ağırlığını sol eline verip doğruldu ve sağ elinin tersiyle çenesindeki kanı sildi. Elleriyle ayağa kalkıp yavaşça birkaç adım geriledi. Karanlık Lord'un ona sadece zihinsel değil, fiziksel bir acı vereceğini tahmin etmiyordu. Gülmeye başladı. İsterik bir sinir krizi geçiriyordu besbelli.
Bekliyorum. İstediğini almandansa burada, bu köhne han odasında senin tarafından öldürülmeyi tercih ederim. Bu senin ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha kanıtlar. Umarım sonsuza dek yanarsın!
Birkaç kahkahanın ardından tekrar çömeldi. Bu beklenmedik hareket gururunu incitmişti. Küçük düşürülmüşlük ve onurunun kırılması gözlerinin yanmasına neden oldu fakat güçlü durmalıydı. Hiçbir zayıflık belirtisi göstermemek için utandığı sıcak gözyaşlarını geriye itti. Şimdi ölmek ne kadar da huzur verici olurdu...
Acı artık düşman değil de her zerresini doruğuna varılamayan bir zevkle saran ve iliklerine kadar kavuran bir dosttu. O kadar büyüktü ki ağlamak asla bu zararı hafifletemezdi. Kendisini öyle yok hissediyordu ki sanki git gide saydamlaşıyordu. Bu acı onun her bir parçasının içine sızıp onu an be an yok olmaya daha da çok yaklaştırıyordu. Varlıkla yokluk arasındaki o ince çizgide yaptığı istem dışı yolculukta gözleri bulanıklaşıyor, nesne algısı zayıflıyordu. Bu acıyı, tarif edilemez bu acıyı biliyordu. Daha önce tatmıştı onu. Yasak ağacın meyvesi gibiydi. Bir yanı zevkliydi. Kendi varlığının hala hayatta olduğunu, hala canlı ve sağlam olduğunu hissettiriyordu. Madalyonun diğer yüzünde ise ölümü iple çeken, onu eskiden en yakın olduğu en candan arkadaşı gibi isteyen biri vardı. Göz bebeğine bile vuruyordu bu acınası zayıflık belirtisi olan duygu. O kadar yanlışlar yapmıştı ki. O kadar tedbirsizdi ki. Ve elbette onu seçme nedeni... Yoldaşlık'ın hizmetinde o kadar büyük büyücüler varken neden onu seçmişti? Neden Cecilia? Aslında bu cevabı biliyordu. İçlerinde en göze batan kendisiydi. Genç yaşındaki bu başarısı herkesin ilgisini çekmişti. İş söz konusu olunca hiçbir sevgi bağını önemsememişti. Makam ve mevki sahibi olma hırsı gözlerini kör etmişti. Azmiyle gelmek istediği noktaya gelmişti. Ancak artık ne hırs ne de zim ona yardım edebilirdi. Bunca kör noktanın arasında bile o kötülüğün evrende şekil bulmuş hali olan, beyaz hatları yoğun sisi andıran vahşi bir cazibeyle süslenmiş olan yüz hatlarını seçebiliyordu. Daha Cecilia'yla işi bitmemişti. Kendi iç savaşını kazanma mücadelesi verirken o kemik ve üzerine bir dirhem et tutturulmuş beyaz siluet merakla ona bakıyordu. Onları geri itme çabalarına itaatsizlik edercesine direnen gözyaşı seline galip gelmesi onu şaşırtmıştı anlaşılan. Rakibinin bu kadar uzun bir direniş göstereceğini ummuyordu besbelli. Onu da hemen iradesi kırılabilen güçsüz ve sadakatsiz bir böcek gibi ezebileceğini düşünüyordu. Ama yanılmıştı. Ceci de bunu göstermek istercesine yataktan destek aldıp doğruldu. Tam olarak ayağa kalkma gibi bir pozisyon değildi bu. Fakat birkaç dakika öncesindeki gibi onursuz bir şekilde yere de yatmamıştı. Çığlıklarını pes inlemelere çevirdi. Böylesi daha iyiydi. Her şeyi yapardı. Her şeyi yapabilirdi... Yeter ki şu acı bir bitse, yeter ki aydınlığa kavuşsa...
Yapılması gereken o kadar çok şey vardı ki daha. Görmediği yerler, gördüğü fakat tadına doyamadığı yerler... İşi gereği birçok yere gitmiş, dünyanın en bilinmedik ülkelerine dahi yolculuk yapmıştı. Bu yolculuklar ona dünyanın ne mucizevî bir yer olduğunu göstermişti. Özellikle tek bir yeri özlüyordu. Doğduğu yerin kokusu ve havası bütün benliğini sarmıştı sanki. Ayaklarının altında bir zamanlar dolaştığı çimenleri hissedebiliyordu. Bu muhtemelen bir daha mümkün olamayacaktı. Mümkün olsa bile o bunun idrakında olamayacaktı. Tek bir gözyaşı damlasının akmasına izin verdi. Acısını, kederini, özlemini, umutsuzluğunu... Bütün karamsarlığını paylaştı o minicik damlayla. Pürüzsüz teninden aşağı aktı damla. Dudağının kenarındaki kana karıştı, tuzuyla orayı tekrar yaktı. Adamın kurtuluş yolunu tekrar etmesi kafasında yeni belirsizlikler oluşturmadı. Kararını vermişti. Hiç kimsenin onun için bu fedakarlığı yapacağını sanmıyordu. Hiç kimse onu sevmemişti. Onunla kaynaşmamışlardı. Fakat o bunu onların hepsi için yapacaktı. Beş para etmez Patrick'in kellesini kurtarmak için yapıyordu bunu. Sessiz bir iç kahkaha attı. Bu sırada hayalet el yerde duran asil asasını kaldırıyor ve ona nedenini anlayamadığı bir saygıyla bakıyordu
”Ona DOKUNMA! Buna son vermeni istemiyorum. Tekrar söylüyorum asla ve asla pes etmeyeceğim. Zaman çok değerli. Bunu biliyorsun. Onu boşuna harcama. Sana istediğini vermektense beni testereyle ikiye ayırmanı kabul ediyorum.”
Sesi istediği gibi çıkmıştı. Tok ve güçlü... Yapması gerekeni yapmıştı. Ama bu gücünün son damlasına kadar tükenmesine neden olmuştu. Yatağın dibinde kaydı ve yere oturdu. Gözlerini kapatıp dudaklarını kıpırdatmadan eski bir ninniyi mırıldanmaya başladı.