Boşluk. Daha iyisini bulana kadar içindeki duygu yoksunluğunu tarif edeceği en iyi kelime buydu şimdilik. Geçen bir hafta, içinde kala son duygu kırıntılarını da kendisiyle birlikte uzaklara sürüklemişti. Yapboz parçalarınınsa, bir araya geldikten kısa bir süre sonra hüzünlü bir şekilde tekrar bozulması çok ironik geliyordu Mel'e. Çok değildi, daha bir hafta önceydi onlardan gelen mektup. Elinde sıkıca tutmuş olmaktan buruşan parşömen kağıdını daha da sıktı. Ama neden böyle şaşkındı? Bir ay öncesini hatırlayarak gözlerini sıkıca yumdu. Sanki ne kadar kuvvetli yumarsa, onlardan daha uzağa kaçabilirmiş gibi. Ama engelleyemiyordu. Zihnine dolan görüntüler, zehir gibi yayılıyordu tüm vücuduna. ''Beni daraltıyorsunuz artık!'' Öfke nöbetindeyken girdiği halleri, söylediği cümleleri hatırladı. Bu ve bunun gibi niceleri. Her kelime sonrası kendisine acıyla bakan iki çift göz. Ama ne yapabilirdi ki? Ancak böyle durdurabiliyordu onları. Onları ve iğrenç kavgalarını. Hayatının en acımasız kabuslarını.
Şuan güneşin parıltılarını saçtığı çimenlerin üzerinde oturması sadece bir kişi yüzündendi. Hayatına böylesine aniden giren katil, aniden de çıkmıştı. Hem de elleri dolu olarak. Hogwarts bahçesinde, öylece otururken, etrafından geçen öğrencilerin acıyan gözlerle kendisine baktığını hissedebiliyordu. Tabii ki haberi herkes duymuştu. Hatta müdür ona bir ay kadar bir izin süresi vermek istemişti, belli ki böylesine güçsüz bir kızın (!) ailesinin ölümünü kaldıramayacağını düşünüyordu. Kesin bir şekilde itiraz ederek okula devam etmek istediğini belirtmişti Melodie. Kaçacak değildi. Bir haftalık sürenin sonunda tekrar yuvasına döndüğünde, işte bu bakışlar üzerindeydi. Hatta bazı profesörlerde bile vardı. Artık derslere bile girmek ölüm geliyordu ona. Acınmak istemiyordu. Acınacak bir tarafı yoktu. Altı üstü ölmüşlerdi işte! Gitmişlerdi! Onu öylece bırakıp, defolup gitmişlerdi! Ne zaman gerektiğinde yanında olmuşlardı ki zaten? Her zamanki halleriydi bu. O yüzden önemsemiyordu o kadar. Artık yoklardı. Hep bunu istemişti değil mi? Hep yalnız bir hayatın hayalini kurmuştu. Hatta, ölmelerini istediği an bile olmuştu. Ama öyle değil.
Yalanları art arda sıralarken, o kadar hızlıydı ki aklının gerçek nedenleri sunmasına izin vermiyordu. Öyle ki; bu yalanlarla zihnini donattığında daha rahat olacağını düşünüyordu. Ama genç cadı, daha hiçbir şey görmediğinden haberdar değildi. Daha fazla katlanamayarak hızlıca oturduğu yerden ayağa fırladı. Ani kalkışı nedeniyle hafifçe başı dönmüştü. Günlerdir süren uykusuzluğu baş göstermeye başlamış olmalıydı. Hafif bir tökezlemeden sonra dengesine tekrar kavuşarak kendisini göz ucuyla izleyen öğrencilere baktı. Hepsi, bir sonraki adımını merakla bekliyordu. Aptallar. Yüzünü buruşturdu ve nereye gittiğini bilmeden adımlarını taş şatoya doğru yöneltti. Kesin bir yer yoktu aklında, ama herhangi canlı varlığın olmadığı bir yer olmalıydı. Birden ilk katın merdivenlerinin başına geldiğinde, kendisinde tırmanacak güzü bulamadı. Birinci kat koridoruna saparak derslikleri es geçti. Yalnız kalabileceği bir yer olmalıydı. Birden önünde uzanan geniş kanatlı kapı, cevabı ona sunuyordu. Kanatlardan birine dayanarak kapıyı açtı ve tozlu hava dolu Tiyatro Salonu'na kendisini attı. Düşündüğü gibi kimse yoktu burada. Geniş izleyici sıralarından birine kendini attı ve derin bir nefes aldı. Ne izleyen bakışlar, ne de diğerleri. Sessiz yasına bıraktı kendini tekrar...
Özür dilerim. Ailesinin anısına iki damla gözyaşı gözlerinden kopmak üzereyken, elinin tersiyle onları sildi. Ağlayacaksa eğer, insanlardan kaçıp bu ıssız yere gelmesi olduğundan tamamen farklı bir amaca bürünecekti. Başını eline yaslayarak dirseğini sol tarafındaki geniş ve bir o kadar da tozlu olan sıraya dayadı. Korkuyormuşçasına, küçük küçük nefesler almaya özen göstermeye çalışıyordu. Sanki onların tadını çıkarıyordu, değerini daha iyi biliyordu artık. Neden özür dilediğinden de pek emin değildi. Onlara karşı sergilediği olağan dışı davranışlar için mi? Yoksa artık kimsesiz olduğu gerçeği miydi kafasını bulandıran? Keyifsizce gülümsedi. Eskiden olsaydı eğer, yalnız kalacağı için sevinirdi belki de. Evet, gerçekten de sevinebilirdi. Ama her şey tam oturmuşken mi olmalıydı tüm bu olanlar? Hayatındaki her detay, her ince çizgi şekillenmeye başlamışken, tam da adım adım yaklaşmaya başladığını düşünürken. Yapısı gereği herkese tam olarak güvenememesi, çevresinde Serpent ve grubu haricinde herhangi bir arkadaşı olmayışı gerçeğini açığa vuruyordu. Bir an için kendi yalnızlığı içinde boğulacağını sandı. İnsanları bu kadar uzaklaştırmamalıydı kendinden. Kendi sonu da böyle olacaktı belki de. Ölüm, acımasız bir şekilde korku salıyordu iliklerine. İtiraf ediyordu bunu. Bir çeşit uyarı sinyalleri çalmaya başlamıştı kulağının dibinde. Yalnız ölme endişesi hücrelerini sıkıca sarmalarken, eski Mel'in nereye gittiğini merak etti. Hani kimseye ihtiyacın yoktu seni yalancı?
Düşünceler şekilden şekle giriyor ve belli bir noktada sabitleşmiyorlardı. Sanki beyninin içinde bir arı sürüsü varmış gibi hissediyordu. Arada sırada iğnelerini batırıyorlardı. Konudan konuya geçerek ya kendini, ya da onları suçluyordu tekrar ve tekrar. Bir yandan nedenleri sıralarken hızlıca, diğer bir yandan da aklı bu nedenlerin ne kadar saçma ve dayanıksız olduğunu bağırıyordu kendisine. Bir çeşit komaya girmiş gibiydi. Hiçbir hayat fonksiyonunu hissedemiyordu, göğsünün üstünde hızlı ritimlerle atan ve gittikçe daha da hızlanan kalbi hariç. Geniş kapı hızlı bir şekilde açılır ve aynı hızla gürültülü bir şekilde kapanırken iki öğrenci hışımla içeriye daldı. Buraya kimsenin uğramayacağını düşünerek yanılmıştı besbelli. Canı sıkılmıştı, istediğinde yalnız kalamayacak mıydı? Muhtemelen öylesine aylaklık ediyorlardı ve Melodie'yi bu uğrak noktası olmayan yerde tek başına gördüklerinde büyük ihtimalle şaşıracak ve bu hikayeyi hemen anlatmaya başlayacaktı. Kim olduklarını görmek için kafasını kapıya doğru çevirdi Melodie. Kapının kapanırken çıkardığı gürültünün yakıları, geniş Tiyatro Salonu'nda yavaşça solarken iki tanıdık yüz merakla Mel'e bakıyordu. Endişelerinin geçtiğini hissetti. Marques ikizleri, hikaye yayacak dedikoducular değillerdi. Her zamanki gibi onları birbirinden ayırırken hafifçe zorlandı Mel. Ama çene yapıları ve giyim tarzlarına bakarak, sol tarafta duranın Adrien olduğunu söyleyebilirdi. Marcell, utangaç ve özür dileyen bakışlarla -ki bu bakışları bir erkekte görmek oldukça zordu- Melodie'ye bakıyordu.
Ama Adrien, onun aksine rahat ve halinden memnun görünüyordu. "Benim bir profesörle görüşmem vardı.." Kendinden beklenmedik bir saygıyla kapıya doğru ilerleyerek çıktı. Marcell ise, kısık bir sesle onu durdurmaya çalışmış ama başarısız olmuştu. Adrien arkasına bakmadan çıkıp gittiğinde Marcell yenilmiş bir ifadeyle tekrar Melodie'ye doğru döndü. Hafifçe gülümseyerek yüzünün tatlılığını sergiledi. Melodie, bundan sonra nelerin geleceğini az çok tahmin edebiliyordu. Çok üzüldüğünü belli eden yas yüklü bir baş sağlığı, kendisine acıyarak bakan gözler ve kısa bir sessizlik anı. Daha sonra, bir işi olduğunu ya da başka bir şeyi bahane ederek ondan hızlıca kaçacaktı. İnsanlar, özellikle de erkekler, duygusal ortamlardan kaçmak için özel bir çaba sarf ederlerdi genellikle. Tam da düşündüğü gibi kalıplaşmış cümleler genç Slytherinli çocuğun ağzından tane tane dökülmeye başladı. "Özür dilerim.. İkimiz adına da.. Sanırım yalnız kalmak istiyordun.." Ah, evet. Yalnız kalmak. Yine de kibarca dinleyerek bir şey belli etmedi. Herkese gösterdiği aynı müteşekkir ifadesini takınarak hafifçe kafasını eğdi. Ama diğer robot bakışlar ve cümleler dışında, Marcell'in duygularını da kattığını hissediyordu. Nerden çıkardığını bilemiyordu ama çocuğun gözlerini kaçırarak art arda sıraladığı cümleler ilgisini çekmişti, merakla söyleyeceklerini dinledi. "Tabi konuşabiliriz de. Yani şey... yani demek istediğim, ailen için üzgünüm...üzgünüz. Dedem büyük bir kaybımızın olduğunu söylüyor ve tabi bende katılıyorum buna.." Ailesine iltifat eden sözleri es geçerek, konuşma teklifine odaklandı genç kız. Genç çucuğun bu önerisi, merakla gözlerini kısmasına neden oldu. Plana bağlı olarak, hiç kimse detaylara girmeyi önermezdi, hatta uzun cümleler kurmaktan bile kaçınırlardı. Şimdiye çoktan gitmiş olması gerekiyordu. Ama Marcell, yassını paylaşabileceğini söylüyordu, bu garipti. Amacının ne olduğunu merak etti. Ama ne olursa olsun, duygularını paylaşma fikri, çok uzak geliyordu genç kıza. Kendisini güçsüz göstereceğine inanıyordu içten içe. Ama biraz düşününce, Marcell'in hareketleri karşısında bir anlığına da olsa kafasının dağıldığını hissetti. İyi gelmişti ona. Masum bir şekilde duran çocuğa baktı tekrar. Samimi görünüyordu. Ki zaten Marques ailesi, anne-babasının yakın arkadaşları olarak cenaze ve diğer işlemleri tamamen üstlenmişlerdi. Okuldan uzakta geçen bir hafta boyunca yanından ayrılmamış, ve her konuda yardımcı olmuşlardı. Anne babasının dayanmasını söyleyen destek verici konuşmaları da cabasıydı. Demek ki bu Marques ailesinin genlerinde olan bir özellikti. Ailesi ve yardımlarından dolayı, çocuğu sert bir dille başından kovmak yerine, ona minnettar olduğunu belli etmeliydi. ''Teşekkürler, Marcell..?'' Çocuk itiraz etmeyince onun Marcell olduğuna emin oldu ve devam etti. ''Her şey için. Teşekkürlerimi ailene de ilet. Bana bu konuda çok destek oldunuz.'' Başını bir an için uzaklara doru çevirdi. Şimdi ne diyecekti? Konuşmayı kabul etmek istiyordu bir yandan, ama diğer bir yanı ise bunu reddediyordu. ''Ve konuşmak konusunda da...inan pek emin değilim. Hem dinlemek isteyeceğinden, hem de bunları nasıl karşılayacağından..'' Kendisine inanmasını istiyordu. Emin bir ifadeyle çocuğun gözlerinin içine baktı. Yalan söylemediğini bilmeliydi. Yanlış anlamasını istemiyordu. Soran gözlerle çocuğa bakmaya devam etti.
Hah. Şuan yapmayı planladığı şey, kırk gün düşünse aklına geleceği bir şey değildi. Ya da yapmak istediği, diyelim. Melodie Riley, o kadar da samimi olmadığı bir insana içini dökecekti. Sorgusuz sualsiz, onu güçsüz göstereceğini önemsemeden. Bu, yaşadığı trajedi yüzünden miydi, yoksa Marcell'le mi alakalıydı bir fikri yoktu, ki düşündüğünde de bir cevap bulamıyordu. O bunu, her şeyin omuzlarına fazla yüklendiği konusuna vererek, geçiştiriyordu. Zaten, özel bir neden arayacak durumda da değildi. İnsanlara güvenmek konusunda düşündükleri, güçsüzlük korkuları ve birçok şey, karşısındaki çocuk yüzünden kalıplarından çıkıyorlardı. Bir an için uçurumun bu kadar kenarına geldiği için kendine kızdı. Hemen oradan çıkmalı ve başka bir yere gitmeliydi. Yapacağı şey, belki de onu pişman edecekti yaptığına. Ki en büyük korkularındandı bu. Şu ana kadar su yüzüne çıkmamış olsa da, bu derecede çaresiz kalması ona bütün düşündürdüklerini unutturuyordu. Hala kafasının kelimeler tarafından istila edilmiş olduğunu fark etti. Bu gidişle eline hiçbir şey geçemezdi. Bir saniyeliğine, düşünmeyi bir kenara bırakıp faaliyete geçmesi gerekiyordu. Bir tür macera olarak görse de yeterdi. Karşısında duran Marcell'e son kez bir bakış daha attı. Ah, evet. Marcell = Macera.
Çocuk, söyleyeceklerine hiç cevap vermeyecekmiş gibi duruyordu. Sessiz geçen birkaç saniyeden sonra, garip bir ifadeyle yüzüne baktı çocuğun. Dalmış bir şekilde kendisine bakıyordu. Bir tür oyun falan mıydı bu? Zaten içindeki son güven kırıntılarını kullanan Melodie'ye hiç yardımcı olmuyordu bu tutumu. Tek kaşını kaldırarak bir cevap vermeye devam etti. Sonunda çocuk, derin bir uykudan uyanmışçasına duruşunu değiştirerek bir an diklendi ve gözlerini kocaman açtı. Melodie'nin başka bir yere bakmasını engelleyen gözlerine akıyordu şimdi. Yüzündeki her şeyin yeni farkına varan salak ifade, ironik bir şekilde komik gelmişti kıza. "Haa, hea! " Acemi bir şekilde olduğu yerden doğrulmaya çalışan hareketlerini izledi. Bir yandan da hafifçe başını salladı. İçini dökmek için mükemmel birini seçmişti. Ama en azından anlamıştı değil mi? Çocuk anladığını belirtir bir şekilde kafasını sallarken, Mel de bozuntuya vermemeye çalışıyordu. Gülümsememek için dudağının kenarını ısırdı, ve başka bir yere çevirdi kafasını. Bu şekilde olmamalıydı, yastaydı o. Gözlerini devirerek tekrar çocuğa döndü. "Yani şey..." Evet, Marcell'e çok fazla yüklenmiş olmalıydı. Sonuçta herkes kendisi gibi her zaman 'Moralim çok kötü, uzak durun.' modunda değildi. Hepsinin kendi hayatları vardı. Çocuk, kelimeleri bulmaya çalışırken sabırla onu bekledi. Zorlamamaya çalışıyordu onu. Sıkıldığında gidebileceğini bilmeliydi. Ve çocuğa hayatı onun elindeymiş gibi bakmayı da kesmeliydi tabi. Bu şekilde onu rahat hissettiremezdi.
Oturduğu yerde daha rahat bir pozisyona geçti. Diğer bir yanda da geçen dakikalarda saçlarıyla oynuyordu. Belki bu, çocuğun içinden geçenleri rahatça söyleyip gitmek istediğini belirtmesini sağlayabilirdi. Gerçi neden bu kadar evhamlanıyordu ki? İstese giderdi değil mi? Sonuçta onu burada ölüm tehdidiyle tutmuyordu. "Pardon ya, normalde çenem kapanmaz, şimdi ise konuşamıyorum..." Evet, tahmin ettiği gibi çocuk kendisinden çekiniyordu. Böyle olmasını istemiyordu genç cadı. Kendisini rahatça ve samimiyetle dinleyecek birini istiyordu. Zaman geçtikçe, fikri ona daha da saçma ve komik görünmeye başlıyor gibiydi. Ama son ana kadar pes etmezse belki de sonuç değişebilirdi. Çocuk hafif bir gülümsemeyle aklına bir şey gelmiş gibi devam etti. "Şimdi Adrien burada olsaydı büyük ihtimalle bana 'Evveeet, bu bir mucize,senin mucizen, sen konuşamıyorsun ve bunu yapan kesinlikle benim şansım, senin nutkunu tuttuğuna göre..' derdi. " Kardeşinin konuşmasını bu derece güzel taklit etmesi ve yorumlaması, Mel'i bir an için güldürdü. Aklının bir bölümü de nutkunu tutmak lafında kalmıştı. Kendisinin nutkunu tuttuğunu mu düşünüyordu? Bu düşünceler yüzünde kalan son gülümseme kırıntılarını da götürerek düşünceli görünmesine neden olmuştu. "Ben kardeşim kadar şansa inanmam ama mucizelere de sıkı sıkıya bağlıyımdır." Ortam, çocuğun tatlı gülümsemesine rağmen, ciddi bir havaya bürünmüştü. Sanki deminki çekingen çocuk gitmiş gibiydi. Birden, başına saplanan hafif ama sinir bozucu ağrıyı hissedince elini yavaşça alnına götürdü. Bunu normall bir ifadeyle yapmaya çalışıyordu. Cesaretini toplayan çocuğu korkutmak istemiyordu. Ama olacak şeyin ne olduğunun da farkına varmıştı. Gelecekten birkaç imge, gözlerinin önüne serilmeye başladığında, çocuk konuşmasına devam ediyordu. Görüntüleri bir kenara itmeye çalıştı ilk önce. Ama içinde karşısında konuşmakta olan çocuğun da olduğunu görünce duraksadı. Marcell, kararlı bir ifadeyle gelip karşısına oturuyordu. Demek ki buna şimdiden karar vermişti. Görüntüler yok olup gözleri tekrar odaklandığında, hiçbir şey olmamış gibi dinlemeye devam etti. "Sanırım yine çenem açıldı ve senin duygularını es geçmek benim için çok kötü bir şey... Normalde dinlemeyi pek beceremem ki zaten anlamışsındır, ama senin için çabalıcam. Ne tepki vereceğime gelince bunu anlatmadan asla bilemezsin öyle değil mi? O yüzden.." Birden, daha saniyeler önce gördüğü görüntünün aynısı gözlerinin önüne serilince, de javu duygusuyla hafif bir şaşırmaya uğradı. Buna hala alışamamıştı. Çocuk, hemen karşısına gelip, imgelerde gördüğü yüz ifadesinin tıpatıp aynısıyla karşısına oturdu. Bir an için ne yapacağını bilemese de, Mel de ona doğru döndü. Çocuğun oynadığı küçük oyuna ayak uyduracaktı.
Kendisini bu nevi ayarlaması ve cümleleri oldukça hoştu tabi. Ama sonuca geldiklerinde, Mel bir anlık tereddütle baş başa kalmıştı. Gerçekten de, ailesine duyduğu saçma nefreti çocuğa anlatacak mıydı? Ne ondan korkmasını sağlamak, ne de nefret dolu bir s.rtük gibi görünmek istemiyordu. Bu çocuğun ne düşündüğünü önemsiyor olması da ayrı bir sürprizdi tabii. "Tabi sen anlatmak istersen... Açıkcası karşında oturmak, yanında olup seni dinleyecek olmak, sana yakın olmak benim oldukça hoşuma gidecek; ben buna eminim, konu ne kadar saçma ya da gergin olursa olsun, senin için sonuna kadar katlanabilirim ..sanırım.." Çocuğun kendi kendine verdiği savaş, düşüncelerden kopup kendisini şimdiki zamana getirmişti. Kesin bir söz vermiyordu, ama deneyeceğini söylüyordu. Sırıtmasına engel olamadı. ''Bu denli çabaladığın için gerçekten sağol. Ama şunu bil, benim yaratıcı -parmaklarıyla tırnak işaretleri yaparak bu kelimeyi vurgulamıştı- hikayelerimi dinlemek seni sıkarsa, söyle yeter. Çünkü gerçekten de benden korkmanı falan istemiyorum.'' Sessizce kıkırdadı, ama çocuk aynı yüz ifadesiyle kendisine bakıyordu. Böyle salak salak gülmeye bir son vermeliydi. Sinirleri sakız gibi olmuştu, farkındaydı. Nefesi yettiği kadar, karşısındaki çocuk dinlediği kadar devam edecekti..