---
Penceremden gelen güneş ışınları gözüme çarpmayı başarabilmişti. Odam büyüktü fakat bunu sevmiyordum. Küçük ve şirin olsaydı daha düzgün olurdu. Sıkıntıyla fısıldadım. ‘‘Lanet olsun bu güneşte ne böyle?!’’ Kalmaya çalışırken sesimin çatallandığını ancak fark edebilmiştim. İşte bunun kadar berbat bir şey olamazdı. Dağılmış ve kabarmış olan kahverengi saçlarımı elimle düzeltmeye çalıştım. Berbat bir hayatın, berbat bir günü… Ne beklerdiniz ki? Turuncu yatak örtümü düzelttikten sonra hemen odamdaki ahşap kapıyı açtım. Burası benim küçük banyomdu. Annem bunu düşünmekle iyi etmişti. Her şey kendime özel olmalıydı. Düğümlenmiş saçlarımı pembe tarağım ile düzeltmeye çalıştım. Pek faydası yok gibiydi. Aslında hayatım çok düzgündü. Mutlu bir ailem vardı. Hiçbir sorunum yoktu. Zenginlikte bunu yanında oluşan bir artıydı. İstediğim her şey yanımdaydı. Fakat bilmediğim bazı şeyler içimi kemiriyordu. Öyle böyle bir şey değildi. Gerçekten bundan sıkıntı duyuyordum. Sanki hayatım küçük bir olaydan sönüp gidecek gibiydi. Karamsarlaşıyordum her zaman ki gibi… Gözlerimi kapattım. Sakin ol. Bu kadar basitti. Yüzümü buz gibi suyla yıkadıktan sonra dişlerimi fırçaladım. Her şey tamamdı sanırım. Kendime göz kırptım ve gülümsedim.
Banyodan çıkınca ahşap dolabımın kapaklarını açtım. Kot bir pantolon ve asker yeşili şık bir bluz işimi görürdü. Saçlarımı da rastgele atkuyruğu yaptıktan sonra kapıdan çıktım. Burnuma güzel krep kokuları geliyordu. Hemen merdivenlerden indim. Annem krepleri kızartıyor, babam ise kahvesini içerken gazetesini okuyordu. Mutlu bir aile tablosu… Tabi bu tabloyu iki yaramaz kardeşim ve ablam tamamlıyordu. Eğer ikiz erkek kardeşleriniz varsa başınız belada demekti. Ablama gülümsedikten sonra masada yerimi aldım. Önümde duran bir dilim peynirin tadına baktıktan sonra bugün ne yapacağımı düşündüm. Planlarımı sakince kafamdan geçirdim. Sevgilim Matt ve yakın birkaç dostumla ormana gidecektik. Biliyorum saçma ama biraz macera yaşamaktan sorun çıkmazdı herhalde.
Kahvaltımı acele ile yaptıktan sonra annemi ve babamı öptüm. ‘‘Sonra görüşürüz ev halkı.’’ dedim ve kapının önünde arabası ile duran Matt’in yanına koştum. Sıkı sıkı sarıldım ona. Dudaklarına minik bir öpücük kondurduktan sonra arabasına bindim. Arkada ise Lindy ve Cornelia vardı. Herhalde John ve Max bizi ormanda bekliyordu. Kızlara da sarıldıktan sonra önüme döndüm. Her zaman Matt’in konforlu arabasına hayran kalmıştım. Babasının hediyesiydi. Küçük bedenimi, arabanın deri koltuklarında kayboluyor gibi hissediyordum. Radyoda çalan iğrenç şarkıyı kapatınca kızlar bana sinirle baktı. Ben ise gülmekle yetindim. Daha sonra Matt’e baktım. İlişkimiz ne zaman başlamıştı? Beş yıl önceydi değil mi? Çocukluk arkadaşı sayılırdık. Buda bize artı sağlıyordu tabi. Saatin kaç olduğunu birden merak etmiştim. Sağ cebimi yokladığım ama telefonum yoktu. Hatta iki cebimde boştu. Elimi anlıma koydum ve bozuk bir ses çıkardım. Matt telaşla sordu hemen. ‘‘Ne oldu tatlım?’’ Hiç der gibi kafamı salladım. Bugün gerçekten berbat bir gündü.
Ormanın girişine geldiğimizde kızlar hemen arabadan indiler. Aslında Cornelia ile fikrimizi işleve geçirecektik. Lindy ve Max’in tanışmasını istiyorduk. İkisi tokalaşırken Cornelia ile kısaca bir süre bakıştık. Plan doğru gidiyordu. Burada olma amacımızı soran ilk Max olmuştu. ‘‘Hiç sadece macera yaşayacağız, bu kadar basit dostum.’’ diye cevap verdi Matt. Bu serseri tipi pek hoşuma gitmiyordu. Herkes önden giderken Lindy ve Max’in arkasından geliyordum.
Hava kararmaya başlamıştı artık. Bundan büyük bir rahatsızlık duyuyordum. ‘‘Artık geri dönebilir miyiz çocuklar, hava çok karardı.’’ diye sordum. İlk cevap veren Lindy olmuştu. ‘‘Bu kadar korkak olma Mel.’’ Şaşırmıştım. Lindy’nin bakışlarında bir gariplik vardı. Cornelia’nın hızla yanıma gelmesi ile düşüncelerim bozulmuştu. ‘‘Hey Mel, bu kızın aklı yerinde mi?’’ Gözlerimdeki şüpheli bakışları Cornelia’ya çevirdim. Oda bir şeyler hissetmişti. Hala yürümeye devam ediyorduk. İçimdeki sıkıntı her geçen gün büyüyordu. ‘‘Cornelia, bu iyi değil.’’ diye başladım söze. Fakat Lindy yanımıza gelince sözüm yarıda kesilmişti. ‘‘Ne iyi değil?’’ Buna Cornelia da bende cevap vermeyecektik. Bedenim soğuktan titremeye başlamıştı. Matt’in kalın ve gür sesi bizi korkutmuştu. ‘‘İleride bir kulübe var. Haydi, çocuklar gelin!’’ Herkes kulübeye doğru koşmaya başlamıştı. Sona kalan Cornelia ile ben olmuştum. Ahşap kulübenin kapısının önündeydik. Matt hemen kapıyı çaldı. Onunda üşüdüğünü düşünüyordum. Korkacak değildi ya?
Kapıyı saçları beyazlamış, şirin, gözlüklü, tombul bir teyze açmıştı. Sıcak bir gülümseyişi vardı. Bizi seve seve içeri alacağını söyleyince sevinmiştim. İçeri geçtiğimizde koltuğunda bu sefer tam tersi olan bir başka yaşlı teyze oturuyordu. Kadının görünüşü farklıydı. Cadılara benziyordu sanki. Tabi bunu açıklamak biraz zordu. Hiçbir kadın cadıya benzemezdi bence. Ama bu bildiğimiz filmlerdeki klasik cadılara benziyordu. Hemen şöminenin başına geçtik. Isındığımı hissedince ayağa kalktım ve evi incelemeye başladım. Beyaz-pembe arasındaydı duvarın rengi. Çok klasik şirin bir evdi. Bu hoşuma gitmişti. Hiç ahşaba benzemiyordu. Acaba dışarıdaki ahşap görünümü yapay mıydı? Bunu merak etmiştim. Koltukta oturan yaşlı kadın konuşmaya başlayınca Cornelia’nın yanına döndüm. Cornelia, kadının falcı olduğunu kulağıma fısıldadı. Şaşkınlıkla gözlerimi açmıştım. Bunu duyduktan sonra kadının sorusu gecikmemişti. ‘‘Sen güzel kız, falınıza bakmamı ister misiniz?’’ Bu soruyu Lindy’e yöneltmişti. Kız hemen ayaklanmıştı. Kadın tam yan odaya geçecekken Corelia ile beni de çağırmıştı. Ben pek gitmek istemezsem de, Cornelia’yı yalnız bırakmayacaktım.
Yan oda karanlıktı. Sadece masanın ortasında bir ışık vardı. Kadın dikkatle Lindy’e baktı. Fakat Lindy’in konuşması ve dedikleri beni şaşırmıştı. ‘‘Ben sonra baktıracağım. Onlar baktırsın.’’ dedi masum bir sesle. O kadar yapmacıktı ki. Sinirimi bozmuştu. Kadın Cornelia’ya gözlerini dikmişti. ‘‘İlk ben baktırmak istiyorum.’’ Bana ait değildi bu ses. Fakat dudaklarımdan bu sözcükler dökülmüştü. Şaşkın bir şekilde masanın etrafına oturduk. Elimi uzatınca kadın iğrenç bir kahkaha attı. ‘‘Hayır, ben insanın yüzüne bakarak konuşurum.’’ Tüylerim bir kere daha ürpermişti. Sakince kadının konuşmasını dinlemeye başladım. ‘‘Akıllı kız. Hem de çok akıllı. Her şeyi biliyorsun, her şeyi hissediyorsun. Mantıklısın, mantıklı şeyler düşünüyorsun. Fakat inanmıyorsun. İnan kızım, mucizelere inan…’’ kaşlarımdan birini yukarıya kaldırmıştım. Cornelia elimi sıkıyordu. Korktuğunu hissediyordum. ‘‘Çok yakında… Hayatın değişecek. Her şeye hazırlıklı ol. Geleceğin parlak değil. Hem de hiç parlak değil.’’ Bu ne demek oluyordu. ‘‘Siz ikiniz… Hiç iyi değilseniz hem de hiç.’’ Birden konuşmaya başladım. ‘‘Tamam, yeter bu kadar. Ben daha fazla istemiyorum.’’ Ayağa kalkmam ile konuşmam bitmişti. Hızlı adımlarla ahşap evden çıktım. Cornelia peşimden geliyordu. Matt’in ise bağırmasını duyuyordum. Cornelia evden bayağı bir uzaklaştığımızda beni kendine döndürdü. ‘‘İyi misin?’’ İyi miydim? Bu sorunun yanıtını bilmiyordum. ‘‘Bilmiyorum. Tek bildiğim burada olmamamız.’’ Cornelia doğrularcasına kafasını salladı. Telefonu ile babasını aradığında hala titriyordum. Korkuyordum. Kesinlikle korkuyordum.
Beni eve bıraktıkları için Cornelia ve babasına bir kez daha teşekkür etmiştim. Babası, Cornelia ile önemli bir konu konuşması gerekiyordu. Kulak misafiri olmuştum. Bir mektuptan söz ediyorlardı. Evin kapısını çaldığımda küçük ikiz kardeşlerimden biri açmıştı. Bu sefer oturma odasında oturuyordu herkes. Babamın elindeki beyaz zarf dikkatimi çekmişti. Bir şeylerin değişeceğini hep biliyordum. Adamın gözleri aynı benim baktığım gibi şüpheliydi.
-----
(Eski RP'm ile katılıyorum.)